“Çizmeye başladığımda kalemin hareketi ile düşüncelerimin akışını birbirlerine oranlamayı keşfettim. Daha sonra kağıtlar yetmemeye başladı ve çizmeye duvarlara taşarak devam ettim.”
Bu hafta sanat pratiği kağıt üzerindeki çalışmaların ötesine geçerek, çeşitli mekanlara ve malzemelere yayılan sanatçı Ceren Oykut ile, işlerindeki hikayecilik ve metin-görsel beraberliği üzerine sohbet ediyoruz. Oykut mekâna özel çalışmalar, animasyon filmler ve kitap illüstrasyonları yapıyor. Ayrıca farklı disiplinlerden birçok sanatçı ile iş birliği yapıyor, ses, çizgi ve mekânı harmanlayan çok disiplinli performanslar üzerinde çalışıyor. Oykut’un sanat pratiği çizimlere dayanıyor: çizdiği detaylı hikayeler ile günlük yaşamı inceliyor, anekdotlar biriktiriyor.
“Ceren’in hayvanlara zaafı vardır, ormanda yürümeyi, denizde seyahat etmeyi ve yüzmeyi çok sever, üfleyerek yağmur bulutlarını isterse geri yollayabildiğini iddia eder. Şu anda Berlin’de kuşları dinliyor, İstanbul Boğazı’nı, kedileri ve köpekleri özlüyor.”
Merhaba Ceren! The New Yorker çizeri Saul Steinberg, kendisi için “çizen bir yazar” yorumunda bulunmuş. Senin çalışmalarının da bu yaklaşımla oluşturulduğunu biliyoruz. İşlerindeki hikayecilik üzerine konuşabilir miyiz?
Saul Steinberg çizgiye dair olan her şeyi yapmış, denemiş ve gerçekleştirmiş büyük bir usta. Yazısız karikatürün, grafik mizahın mucidi. İyi ki gelmiş bu dünyaya. Kendisi için “çizen bir yazar” derken ne demek istediğini anlayabiliyorum. Bunu bütün diğer çizerler gibi, ben de kendimce yaşıyorum. 2000’lerin başlarında, A4 kağıtlara çizmeye başladığımda kalemin hareketi ile düşüncelerimin akışını birbirlerine oranlamayı keşfettim. Daha sonra kağıtlar yetmemeye başladı ve çizmeye duvarlara taşarak devam ettim. Çizimler metrelerce uzayıp gidiyorlardı, lafın lafı açması gibi, çizimler kendilerinden yeni hikayeler üretiyorlar ve beni de peşlerinden koşturuyorlardı. Birçok mekanın duvarlarında çizimler bıraktım, kim bilir ne oldular. Bu çalışma biçimi zamanla değişti, üretim biçimim başkalaşsa da hikayecilik kısmında hep ısrarcı oldum. Herhangi boyutta bir çizimime yaklaşan bir kişi bilmeli ki, bir metin okur gibi kağıdı baştan sona gözleri ile taramadan, kağıt üzerinde tam olarak ne olduğunu anlayamayacaklar. Bütün detayları tek tek incelediklerinde de bir çağrışım oyunundan başka bir şey kalmayacak geriye. Bana “şunu mu anlatmak istedin” veya “burada bundan mı bahsediyorsun” diye soran çok oluyor. Ben de “bilmiyorum” diye cevap veriyorum. Bilmiyorum, bilsem de unutuyorum veya bilmek istemiyorum, çizimi izleyenin hikayeyi kendisinin yeniden yazmasını istiyorum belki. Kağıda (veya duvara) sadece bazı ipuçları not ediyorum.
İş birliği yaptığın kitaplardan Defne Sandalcı’nın Aşk İçin İstediğimiz Başka Hayvanlar (Metis, 2020) adlı kitabından ve neden bu metin ile çalışmaya karar verdiğinden bahseder misin?
Bazen tek bir kelime, cümle veya bir paragraf bütün bir kitaba yetecek kadar imge doğurabilir. Bu kelime, cümle veya paragrafın kitabın bütünlüğü içerisine yerleşme hali bile imgeler doğurabilir. Öte yandan, Defne’nin yazdığı metnin atmosferi ile o dönem ürettiğim demirden imgeler bir mıknatıs gibi birbirlerini çektiler. Çalışmaya çok hızlı başladık ama süreç uzun sürdü diyebilirim. Ben daha önce üretmiş olduğum imgelere yenilerini ekledim. Özellikle kelime-hayvan (veya hayvan-kelime) diyerek açıklayabileceğimiz demir mahlukatı bu kitap için ürettim. Demirden imgeyi üretmek işin bir parçasıydı sadece. Ben aslında yepyeni gölgeler peşindeydim ve aylarca bu demir mahlukatın gölgelerinin veya çeşitli yüzeylerden geri yansımalarının fotoğraflarını çektim. Bu aşamadan sonra imgeler küçülmeye başladılar, minicik olup desenleştiler, ardından harfleri taklit etmeye başladılar ve metnin içine girmeye çalıştılar. Çekitiğim yüzlerce fotoğraftan 8 tanesini kitapta kullandık. En zevkli kısmı buydu: elemek!
Metin-görsel beraberliği üzerine düşünmek ve çalışmak, çalışmalarına nasıl ilham kaynağı oluyor ve onları geliştiriyor?
Sadece metin değil, diğer bütün dallarla işbirliği yapmak benim için inanılmaz kafa açıcı oluyor. Yazarlarla, çizerlerle, şairlerle, gazetecilerle, müzisyenlerle, heykeltraşlarla, dansçılarla, fotoğrafçılarla, video sanatçılarıyla çalışmışlığım var. Hatta bu işbirlikleri benim esas hedeflerim ve bunlar olmasaydı bugün burada olamazdım diyebilirim. Herkesin bildiği gibi, çok eskiden beri bu böyleydi; resim, mimari, müzik, metin ve ritüel hep bir aradaydılar. Kiliselerde, camilerde veya eski tapınaklarda bugün ayrışıp kendi kendilerine devam eden bütün bu dalları bir arada bütünlük içerisinde inceliyor ve bütün olarak kavramaya çalışıyoruz. Eskiden hikaye anlatıcıları rulo resimlerle gezerlerdi. Bu rulolarda haritalar, binbir türlü yaratık betimlemesi ve daha kim bilir bilmediğimiz neler vardı. Hikaye anlatıcı, muhtemelen hikayesini anlatırken tiyatroyu ve müziği de dahil ediyordu anlatısına. Metin-görsel beraberliği sürprizlerle dolu uçsuz bucaksız bir alan ve kökleri derinlere gidiyor. Uzakdoğu ve Ortadoğu’nun kaligrafi geleneğini bu birlikteliğe iyi bir örnek olarak sayabiliriz. Bu grafik gelenek hem görsel hem de sözel olarak önemli bir kaynak ve performanslar esnasında da bir gölge gibi beni takip ettiğini hissediyorum. Nefesimi ve hızımı terbiye etmeye çalışıyorum, boşluklara ve sessizliklere özen göstermeye uğraşıyorum sırf performans esnasında akışa hakkıyla eşlik edebilmek için. Sırtımı insanlığın bu gibi geleneklerine yasladığımda kendimi güvende hissediyorum.
Yaratım sürecinde en çok önem verdiğin noktalar neler?
Farklı üretim alanlarına göre dikkat ettiğim seylerin listesi değişiyor. Ama en çok dikkat etmem gereken şey, denge demeliyim. Bu bir kimya meselesi, her şeyin kararında olması için uğraşıyorum. Bu bir ustalık istiyor, daha çok yolu var. Özellikle kağıt üzerine çizimlerimde çok zorlayıcı oluyor çünkü detayların içine ve daha da içine girmekten kendimi alamıyorum. Dengeyi iyi yakaladığım veya kantarın topuzunu tamamen kaçırdığım işlerim var. Hoşlanmadığım sonuçlar elde ettiğim bir işi sevmeye, beğendiğim bir işe ise eleştirel bakmaya çalışıyorum. Sadece çizme kısmı değil, dinlenme kısmının da üretim sürecine dahil olduğunu düşünüyorum. Eğer herhangi bir teslim tarihi olan bir çizim üzerine çalışıyorsam, işi teslim etmeden aşağı yukarı bir hafta önce tamamlayıp “demlenmeye” bırakıyorum. O süre içerisinde mümkünse sadece rahatlamanın tadını çıkartıp, çizime göz ucuyla bile olsa bakmıyorum. Bu kısım çok heyecanlı oluyor, bazen araya kısa yolculuklar bile girebiliyor, çizime hayat katan en önemli bölümün bu olduğunu düşünüyorum. Performanslarda, genelde mekana mümkünse erkenden girip turlamaya başlarım. Çok basit görünen kurulumlarda bile binlerce öngörülmemiş detay oluyor. En önemlisi mekana ısınmak için zaman gerekiyor. Oturduğunuz sandalyenin malzemesi dahi işin seyrini değiştirebiliyor. Performans alanını kendi evim gibi veya avucumun içi gibi yakından hissetmeden ortaya iyi bir iş çıkartamıyorum. Belli bir gerilimi ve rahatlamayı harmanlayıp dengelemeye uğraşıyorum. Sahne gerilimi, gözlemlediğim, kuşaklardır sanatçılar tarafından bir enerji kaynağı olarak kullanılmış. Seyirciler gelmeye başladığında mekanın enerjisi dönüşmeye başlıyor, bu noktada işin seyri de değişiyor haliyle. Ön hazırlık hakkıyla yapıldıysa, ortaya iyi bir iş çıkıyor. Sergiler ise tamamen ayrı bir yazının konusu..
Sahaflardan çok fazla kitap topladığını biliyoruz…Bu kitaplar yaratım süreçlerini nasıl etkiliyor?
Topladığım kitapları toplanma hikayeleri için de topluyorum desem çok tuhaf bir şey mi söylemiş olurum? Sadece kitap da değil, bazen açık bir pencereden bir fotoğraf uçup önüme düşüyor, onu da bu topluluğa dahil ediyorum ve daha sonradan mutlaka bir hikayesi çıkıyor ortaya. Sahaflara genellikle baskısı olmayan bazı kitaplar için giderim. Bunun dışında çok yolculuk ettiğim zamanlarda, yolumun nereye düştüğüne bağlı olarak bazı mekanlardan ucuz yayınlar toplardım. Mesela Bulgaristan’da eski bir bakkalda bazı çocuk kitapları buldum. Çok eski ve kalın bir saman kağıdına basılmış boyama kitapları aldım. Bu kağıda çok uzun zamandır rastlamamıştım. Veya Kahire’de yine bir bakkalda yine çok ucuz çocuk kitapları buldum. Hikayeleri anlamasam da resimleri ve baskının kalitesini incelemeye doyamıyorum. Belli ki az imkanla çok şey kotarılmış ve bazı halk hikayeleri resmedilmiş. Ermenistan’da bir pazarında bulduğum bir kitaba Gürcistan-Azerbaycan sınırında el konulmuştu. Bu olayı hiç unutamıyorum. Ortaçağın eşsiz Ermeni ressamlarının İncil resimlemelerinden oluşan eski bir toplamaydı, ufak boyutta kalın kağıtlara çok kaliteli basılmışlardı, zarif bir el bu kitapları güzel bir iple paketlemişti. Aynı bit pazarında rusça bir kitap da bulmuştum, Rus-Tatar savaşlarını anlatıyormuş, çok güzel resimler de eşlik ediyordu kitaba. Azeri sınırında bu kitaba el koymamışlardı. Berlin’de ise bit pazarlarında inanılmaz kitaplarla karşılaşabiliyor insan. En son çok eski bir çıkartma kitabı aldım, çocuklar için hazırlanan çıkartma kitaplarının aksine bu çok güzel ve kalın bir botanik kitabıydı. Daha sonra sevgili Gökhan Akçura, Doğu Almanya’nın önemli yayınevlerinden biri olan Edition Leipzig’den çıkmış bir çocuk zar oyunları toplaması hediye etti, bu kitap da Berlin’deki ufak kütüphanemin demirbaşlarından. Sanatçılar arasında toplayıcılık yaygındır, ve zaman zaman başa dert olurlar… Ben çok azgın bir toplayıcı değilim ama topladıklarım arasında çok yolculuk yapan, topladıklarının peşinden giderken yeni yollar ve hikayeler bulabilen biriyim. Eğer bir kitapla veya objeyle herhangi bir ilişki kurmuşsam, bunun sebepleri üzerine düşünmeyi, hayaller kurmayı ardındaki hikayeleri aramayı seviyorum.
Dünyada özellikle son on senedir metin sanatçıları için “metin üstü sanatçı” olabilmek daha önemli hale geldi. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Metin üstü sanatçı olmak ne demek ve ne kadar önemli bilmiyorum. Burada eğer mesele bir kitapsa, bence en önemli nokta iyi bir harman oluşması. Sempe-Goscinny işbirliği ile ortaya çıkmış “Pıtırcık” serisi (Le Petit Nicolas demeye dilim varmıyor, bu seriyi Türkçe’ye ilk çeviren Vivet Kanetti’ye buradan selam yollamak istiyorum) neden bu kadar müthiştir? Çünkü metin ile çizim birbirlerinden ayrılamayacak kadar uyumludurlar, sizi içeri alırlar, birbirlerine tercüman olurlar, okurken ve bakarken kendinizi kaybedersiniz. Bu seride Goscinny’nin mizah duygusu, hikayeciliği ve maceracılığı Asterix, Red Kit veya İznogoud’da olduğundan daha farklı. Goscinny, gündelik şehir hayatı ile ilgili üretimler yapan Sempe’nin çizimleri için özel bir dil yaratmış adeta. Belki metin üstü sanatçı olmak ile böyle bir şey kastediliyor.
Sence İstanbul’dan Berlin’e yerleşmek sanat kariyerini nasıl etkiledi?
Bu değişimin etkilerini tam olarak anlamak çok zaman alacak. Ama gözle görülebilenler var, mesela disiplinler arası performanslar üzerine çalışmaya yeniden başladım. Bu tür işbirliklerini İstanbul’dayken yıllardır yapamaz hale gelmiştim. Berlin’de ise sanatçılarla beraber sürdürmekte olduğumuz olan en az üç ayrı proje var. Berlin’in düşük bütçeyle harikalar yaratmaya dayalı sahne geleneği tabi beni olumlu yönde etkiledi. Dansçılar, müzisyenler, yazarlar ve görsel sanatçılar farklı iş birlikleri yapmaya her zaman çok açıklar. Bu sanatçıların birçoğu farklı ülkelerden geliyorlar. Güney Amerikalı, Uzak Asyalı, Ortadoğulu, Doğu Avrupalı, Afrikalı vs nereden gelmiş olursa olsun, Berlin’deki üretken ortam içerisinde yerleşik hale gelmiş ortak bir dili konuşmaya hazırlar, bu kozmopolit ortamda birbirimizin kim olduğunu, nereden geldiğini çoğunlukla unutuyoruz ve hatta hiç ilgilenmiyoruz. Herkes gizli bir anlaşma yapmışçasına çözüme odaklı ve ortaya iyi bir işin çıkması için uyumlu bir ekip çalışmasına hazır. Bu da hayal kurmak ve gerçekleştirmek için çok elverişli bir ortam yaratıyor. Küçük veya büyük sahneler, mahalle barları, atölye veya stüdyolar, kimi zaman apartman daireleri vs fark etmiyor, kırık dökük bir kapının ardından şaşırtıcı mekanlar, potansiyel sahneler ve ortamlar belirebiliyor. Mekanları çok az müdahale ile dönüştürüyorlar, neye dönüştüğü mekanın geçmişi ve bugünü zorlanmadan ortaya çıkmaya başlıyor. Burada çizimlerim üzerine de düşünme ve derinleşme fırsatı buldum. Kağıt üzerine çizimler eskisine oranla çok daha yavaş ve zaman içerisinde sindirilerek oluşuyorlar. Çizimlerimde birbirleri ile ilişkisi olmayan farklı dünyalardan sahneler aynı yüzeyde bir araya gelmeye başladılar. Bireysel üretimime farklı malzemeler de dahil olmaya başladı. Bazı sanatçıların atölyelerinde yeni teknikler öğrenmek için zaman zaman çıraklık yaptım ve bu çok ufuk açıcı oldu. Berlin’in (ve Almanya’nın) el ustalığına dayalı bir sanatçı geleneği de var. Aynı zamanda işçi olan bu sanatçıların işçiliklerini ve içinde bulundukları iş kolunun geleneklerini sahiplenişlerine de hayranlık duymamak elde değil. Berlin’de ayrıca parayı bertaraf eden bir dayanışma ve bir takas geleneği de var (obje takası veya iş gücü) bu ise ciddi bir yazının konusu.
Değerli sohbetin için çok teşekkür ederiz!
Ceren Oykut Kimdir?
Ceren Oykut, 1978 yılında İstanbul-Paşabahçe’de doğdu.
Çocukluğunun bir kısmını Göztepe-Kızıltoprak hattında, büyük bir kısmını ise yüzmeyi öğrendiği Boğaz’da geçirdi.
Orta öğrenimini İtalyan Kız Ortaokulu’nda, lise öğrenimini ise İtalyan Lisesi’nde yaptı.
2002 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun oldu.
2017’den beri Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor.
Ceren Oykut, 2003 yılından bu yana birçok kişisel sergi yaptı, Türkiye içinde ve dışında birçok projede yer aldı.
Çalışmaları çeşitli uluslararası yayınlarda sunuldu, gazete, dergi ve kitaplarda yer aldı.
https://cerenoykut.com